Çeşitlilik yükseköğretim sistemimizde hiçbir zaman yeterince gündemde olmamış ve benimsenmemiştir. Genel tavrımız tek tip, benzer, homojen yapılar ve sistemlerden yana olmuştur. Son iki yıldır bölgesel kalkınma öncelikli ve araştırma öncelikli üniversiteler kategorileri ilan edilmiş, tüm üniversitelere uzmanlaşma alanlarını seçmeleri önerilmiş ise de bu girişimler daha ziyade Türkiye’nin rekabet gücünü artırmak için üniversitelerin belirli konuları sahiplenmeleri, ihtisaslaşmanın gelişmesi yönündedir. Doğru yönde atılmış adımlar olmakla beraber yeterli değildir. Mevcut anlayış, merkezi yönetilen, aynı sistem içinde, süreç ve prosedürleri aynı olan, ihtisas alanları farklılaşan üniversiteler topluluğu oluşturmak yönündedir. Bu sadece YÖK’ün değil, akademisyenlerin, bürokrasinin hakim tercihidir. Hukuk sistemimiz, mali geleneklerimiz, sosyal yapımız çeşitliliğe, farklılaşmaya soğuk bakmaktadır. 1980’lerde (YÖK kurulduğunda) tek tip, iyi tariflenmiş yapılar etkinlik veya verimlilik için isabetli görünmüş olabilir. Ancak 2020’lerde ülkemizde acilen daha karmaşık ve gelişmiş organizasyonlara, farklı yönelmeleri destekleyecek zihniyete, her bakımdan esnek yaklaşımlara ihtiyaç duyulmaktadır.
Dünya genelinde de bir yandan çeşitlilik çağrıları artarken, diğer yandan üniversitelerin farklılaşmaya değil, birbirine benzemeye doğru hareket ettikleri görülür. Çünkü prestijli, başarılı üniversiteleri taklit etmek kolay yol olarak kabul edilmektedir; onları örnek almak yoluyla daha homojen bir yapı oluşurken sıralamaların popülerliği de birbirine benzemeyi desteklenmektedir. Dolayısıyla çeşitliliğe gidebilmek için üniversitelere karışmamak yetmez, onları farklılaşmaya cesaretlendirmek, sistemi farklılaşanlar için daha kolay hale getirmek gerekir.
Çeşitliliğin bir (ufak) unsuru merkezi sınav ve yerleştirme sonucu programlara değil, üniversiteye yerleştirilmedir. Kuzey Amerika modelinde çokça karşılaşılan, ülkemizde de 1981 öncesinde bazı üniversitelerin başarıyla benimsediği lisans öğrencilerini fakülteye kabul etme ve bölüm/ diploma programı tercihlerini bir/ iki yıl okuduktan sonra yapmaları uygulaması son 25 yılda Sabancı modeli olarak adlandırılmıştır. 18 yaşındaki gençlerin hem kendilerini hem de disiplinleri/ meslekleri pek de iyi bilmedikleri herkesin malumudur. Ülkemizdeki yerleştirme sistemi bunu daha da belirgin hale getirmektedir. Dolayısıyla önce fakülteye girip, en az bir yıl düşünme, tanıma, sorgulama fırsatı bulduktan sonra bilinçli tercih yapmak imkanı varken gençleri 15-20 gün içinde tercih yapmaya zorlamak neden? Kapasite kısıtları, dengesiz tercihlerin açacağı sorunlar vb nedenler sayılabilir. Her üniversitenin de böyle bir yola zorlanması asla doğru olamaz. Öğrenciler için son derece akılcı ve avantajlı olan böyle bir sistem üniversiteler/ bölümler için çok masraflı, gayri-pratik olabilir. Kemikleşmiş, yarışmacı dünyadan uzaklaşmış, tamamen arz mantığı ile çalışan çok sayıda üniversite ve bölümün böyle bir model vasıtasıyla tekrar dinamizme kavuşma şansı olmasına rağmen zorla fakülteye öğrenci alma modelinin uygulanması düşünülmemelidir.
Görünen bu modeli uygulamak isteyen üniversitelere izin verildiğidir. 25 yıllık bir sürede sadece Sabancı Üniversitesinin buna devam etmesi, bir ara buna kalkışan Işık ve Okan Üniversitelerinin iki yılda vazgeçmeleri, 2012’de fakülteye öğrenci alma modeli ile başlayan TED Üniversitesinin bu modeli giderek terk etme yolunda olması modelin pek de desteklenmediğine işaret etmektedir. “Sürüden ayrılanı kurt kapar” söylemi ile farklılığın kerhen desteklendiği ve bürokratların sistemin/ yazılımların/ yerleşik adetlerin zorlanması nedeniyle gizli direnç gösterdikleri yaşanmış deneyimlerdir. Halbuki bu girişimler bir fırsat sayılmalı, nadide bir çicek gibi korunarak gelişmesi sağlanmalıydı. Kaybeden öğrenciler olmuştur. Zor bir modeli, farklı bir uygulamayı benimserken faturayı üstlenmek düşünülebilir ama merkezi yönetimin açık desteği olmadığı zaman sürdürülebilirlik imkansız hale gelmektedir. Bu nedenle yukarıda ‘çeşitliliğe izin yetmez, destek de gerekir’ denmiştir.
Müfredat itibarı ile çeşitliliğe katkı farklı disiplinleri tanımaya imkan sağlayan yapı ile başarılabilir. Bugün Kuzey Amerika yükseköğretim sistemindeki standart uygulama lisans öğrencisinin anadal (major) yanında ek bir dal (minor) seçmesi şeklindedir. Ek dal anadaldan ayrı, farklı bir disiplini tanımak üzere kurgulandığı için anadala hizmet eden dersleri içermez; öğrenci ilgisine göre, anadaldan uzak bir alandan seçilmesi tercih edilir. Beş-altı ders veya 130-140 toplam kredili bir programda 25-30 kredinin farklı tek bir disipline ayrılması şeklinde gerçekleştirilir. Ülkemizde buna benzer fırsatlar yaratan ÇAP (çift anadal programı) ve YAP(yan dal programı) uygulamaları vardır, ancak mezuniyet kredisi üzerine ciddi bir kredi yükü ve yüksek not ortalaması içerdiği için daha çok başarılı/ iddialı öğrenciler için düşünülmüş bir alternatiftir. Yan dal için “minor” karşılığının kullanılması da yanlıştır; en azından Kuzey Amerika terminolojisi ile uyumsuzdur.
Lisans eğitiminde eğilim giderek azalan ders yükleri ve kredileridir. Bilgi üretimi o denli hızlı artmaktadır ki dört yıllık süre içinde kapsanması artık mümkün değildir. Eğitim felsefesi eğitimin tüm yaşama yayılması, lisans süresinde temel bilgi ve becerilerin geliştirilmesi, öğrenmeyi öğrenmek, devamını iş hayatı boyunca kurs, ders, diploma fırsatlarıyla tamamlamak şekline dönüşmüştür. ÇAP, YAP gibi uygulamalar sadece özel ilgi duyan az sayıda öğrenciye hitap etmektedir. Buna karşılık anadal + ek dal (major+minor) uygulaması toplamı 130-140 kredi civarındaki bir yük olarak yaygın kullanıma uygundur.
Geleceğin meslekleri henüz bilinmemektedir. Mevcut meslekler hızla değişimler yaşamaktadır. Böyle bir tablo karşısında geçmişin mesleklerine aşırı vurgu zaman kaybıdır. Ucuz ve kolay olduğu için müfredatı zorunlu derslerle doldurmak, meslek derslerinin müfredatın yarısından fazlasına taşmasına izin vermek öğrenciye hizmet değildir. Yönetim ve akademisyenlerin el ele verip öğrenciyi aldatmasıdır. Öğrencilerin kendi tercihleri doğrultusunda kendilerini geliştirebilecekleri, farklı disiplinleri tanıyarak, ileride iş hayatında rahat iletişim kurabilecekleri, ekip çalışmasının alt yapısını oluşturacak, anlamlı (bir ordan, bir burdan, rastgele dersler değil, bilinçli ‘diziler’ halinde) seçmeli dersleri alabilmelerinin önü açılmalıdır. Tabii bu fırsatın kullanılabilir, yani gerçekleşebiliyor olması ayrı bir dikkat gerektirir. Genel beceriler (generic competencies) adı altındaki yetkinliklere çok daha fazla pay, mesleki uygulamalara çok daha az kredi ayırarak gençlere esnek, farklı iş alanlarına uyarlanabilen eğitim programları sunmak gerekir.